Bağımsız Değişkenin Pareto Dağılımına Sahip Olması Durumunda Üyelik Fonksiyonunun Dayalı Parametre Tahmini

Özet: Basit ve çoklu doğrusal regresyon çözümlemesinde klasik metotlardan yararlanılıyorsa, modele ilişkin parametrelerin tahmini bazı varsayımlara dayanır. Doğrusal regresyon modellerinin bilinmeyen parametrelerinin tahmininde verilerin normal dağılım dışında bir dağılıma sahip olması durumu tahmin sürecinde klasik çözümlemelerin dışına çıkılmasını gerektirir. Böyle durumlarda bulanık mantığa dayalı çözümleme yöntemleri alternatif yöntemler olarak kendini göstermektedir. Bu çalışmada, bağımsız değişkenlerden herhangi birinin Pareto dağılımına sahip olması ve veri setinde aykırı gözlemlerin mevcut olması durumunda, kurulacak çoklu doğrusal regresyon modelinin bilinmeyen parametrelerini tahmin etmek için bir algoritma önerilerek, algoritmadan elde edilen tahminler literatürde yer alan mevcut yöntemlerden elde edilen tahminler ile karşılaştırılmıştır.

Anahtar kelimeler: Parametre Tahmini, Bulanık Üyelik Fonksiyonu, Pareto Dağılımı.

Parameter Estimation Based on Membership Function When an Independent Variable Has Pareto Distribution

Abstract: if classical methods are being employed in simple and multiple linear regression analysis, estimation of parameters related to the model is based on some assumptions. If the data have any distribution other than normal distribution in estimation of unknown parameters of linear regression models, the analysis has to go beyond classical analysis. In such cases analysis methods based on fuzzy logic manifest themselves as alternative ways. In this paper, an algorithm has been proposed in order to be able to estimate the unknown parameters of multiple linear regression model in the case that any independent variable has a Pareto distribution and incompatible observations exist in data set and estimations obtained from this algorithm have been compared with estimations obtained from the methods existing in the literature.

Keywords: Parameter Estimation, Fuzzy Membership Function, Pareto Distribution.

Türkiye’de Yeni Medya Düzeninin Oluşumunda Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nun Rolü

Özet: Türkiye’de özellikle 1990 sonrasında medya ve sermaye alanında önemli değişimler yaşandı. 1980’li yıllarda başlayan serbest piyasa ekonomisine geçiş sonrasında ekonomi alanında yeni aktörler yer aldı. Aynı dönemde yaşanan siyasi ve ekonomik krizler, bünyesinde banka ve medya şirketleri barındıran holdinglerin batması sonucunu doğurdu. Batan bankalardaki mevduat sahiplerini koruma amacı ile kurulan Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF), bahse konu holdinglerin şirketlerine el koydu. Böylece önemli medya şirketleri de bir yönü ile iktidar kontrolüne geçmiş oldu. Bir müddet TMSF tarafından yönetilen bu şirketler kamu ihale kanununa tabi olmayan ihalelerle iktidara yakın işadamlarına tahsisli olarak satıldı. Hükümete karşı oldukça yıpratıcı yayınlar yapabilen bu muhalif medya gruplarının (TMSF’nin odağında olduğu bu süreç sonrasında) bir anda hükümeti destekler konuma geçmesi, iktidar lehine ‘taraflı bir medya yapısı tasarımı’ algısı oluşturdu. Elbette TMSF kurumsal anlamda bu sonucun oluşmasındaki tek unsur değildir. Çalışmanın sonunda görüleceği üzere, birçok devlet kurumu ve enstrümanı bu sonucun ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Ancak burada konunun sınırlandırılması bakamından, TMSF’nin kuruluş ve işlevleri, medya TMSF ilişkisi ve bu süreçte TMSF marifetiyle sahiplik yapısı değiştirilen bazı medya şirketleri ele alınacaktır.

Anahtar kelimeler: TMSF, Medya, Demokrasi, Medya ekonomisi.

The Role of Savings Deposit Insurance Fund in the Formation of New Media Order in Turkey

Abstract: Significant changes have been witnessed in Turkey especially after 1990 in the fields of media and capital. After the transition to free markets which began in 1980s new actor took place in economy. Political and economic crisis which were experienced in the same period led to the bankruptcy of holdings consisting of banks and media companies. Saving Deposit Insurance Fund (TMSF) which was founded in order to protect the depositors of the bankrupt banks took over the companies of the said companies. Thus, in one way, critical media companies went under the control of the governing party. These companies which were managed by TMSF for a certain period were sold with private placement to the businessmen close to the governing party with tender which were not subject to public tenders act. The fact that these opposition media groups which used to air very back-breaking broadcasts against the government suddenly became very supportive of the government (after this process in the centre of which TMSF stood) created the perception that a “partisan media structure” was designed in favour of the government. It is sure that TMSF institutionally is not the only element for creating this result. As will be seen in the end of the paper, several government agencies and instruments played active role in obtaining this result. However, due to space limitations, this paper will deal with foundation and functions of TMSF, the relations between media and TMSF and some media companies of which ownership structure was changed in this process with the intervention of TMSF.

Keywords: TMSF, Media, Democracy, Media economy.

Yazılı Basında Köşe Yazarı Egemenliğinin Muhabirlik Pratiğine Etkileri

Özet: Bu makalede, Türkiye’de ulusal yayın yapan gazetelerdeki köşe yazarı egemenliği sorunu ele alınmıştır. Bu kapsamda gazete çalışanları içinde, giderek daha fazla ağırlığını artıran köşe yazarlarının medya organizasyonlarında neden olduğu bozulmalar tartışılmıştır. Gazetecilik mesleği içinde köşe yazarlığı egemenliğinin muhabirlik üzerinde yol açtığı olumsuzluklar da bu çerçevede değerlendirilmiştir. Çalışmada Türkiye’de ulusal basındaki köşe yazarı ağırlığı; gazetelerdeki köşe yazısı ve haber sayılarında son 20 yıllık periyotta yaşanan değişim ele alınarak incelenmiştir. Türkiye çapında basımı ve dağıtımı yapılan günlük siyasi gazetelerden Hürriyet, Sabah, Milliyet ve Zaman gazeteleri ile sınırlı tutulan araştırma, köşe yazılarının gazetelerdeki ağırlığını sürdürdüğünü ortaya koymaktadır. Türkiye’deki köşe yazarlığı sorununun batı gazetecilik geleneği ile karşılaştırmalı analizinde ise; Hürriyet, Sabah, Milliyet, Zaman ile ABD’den USA Today ve The Washington Post, İngiltere’den The Daily Telegraph gazetelerindeki köşe yazısı sayıları 2015 yılına ait güncel veriler kullanılarak incelenmiştir. Çalışma bu bölümüyle köşe yazarlığına bakışta ulusal günlük gazeteler ile yabancı gazeteler arasındaki farklılıkları ortaya koymayı amaçlamaktadır.

Anahtar kelimeler: Köşe yazarlığı, Köşe yazısı, Muhabir, Gazete, Gazetecilik.

The Effects of Dominancy of Columnist on the Practice of Correspondent in Printed Media

Abstract: In this paper the problem of hegemony of columnists in newspapers nationally circulated in Turkey is examined. In this regard the degeneracy caused by columnists, who have increased their power in time among newspaper people, in media organizations is discussed. The problems caused by hegemony of columnists within the profession of news reporting has also been evaluated within this framework. In this paper the weight of columnists in Turkish national press has been examined through the change in columns and news reports in the last 20 years. The research which was limited to Hürriyet, Sabah, Milliyet and Zaman newspapers which political newspapers published and distributed nationally on a daily basis display that columns still dominate newspapers. A comparative analysis of the columnist problem of Turkey with western journalism profession used the column numbers in such newspapers as Hürriyet, Sabah, Milliyet, Zaman and American USA Today and The Washington Post, and British The Daily Telegraph until 2015 using daily data. With this section the paper aims to display the difference between national daily newspapers and foreign newspapers in terms of their vision of columnists.

Keywords: Columnists, Columns, News Reporter, Newspaper, Journalism.

Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Sözleşme

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 14 Aralık 1950 tarih ve 429 (V) sayılı Kararıyla toplanan Konferansta kabul edilmiş, 28 Temmuz 1951 tarihinde Cenevre’de imzalanmış ve 43. maddeye uygun olarak 22 Nisan 1954 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye Sözleşmeyi 24 Ağustos 1951 tarihinde imzalamış ve 29 Ağustos 1961 tarihinde ihtirazi kayıtla onaylamıştır. 359 Sayılı Onay Kanunu 5 Eylül 1961 gün ve 10898 Sayılı Resmi Gazete’de yayınlanmıştır. Türkiye’nin ihtirazi kaydı şöyledir: “Bu sözleşmenin hiçbir hükmü, mülteciye Türkiye’de Türk uyruklu kimselerin haklarından fazlasını sağladığı şeklinde yorumlanamaz”.

Başlangıç
Yüksek İmzacı Taraflar,
Birleşmiş Milletler Antlaşması ve 1O Aralık 1948’de Genel Kurul’ca kabul olunan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin, insanların ana hürriyetlerden ve insan haklarından, fark gözetmeksizin faydalanmaları ilkesini teyit ettiğini dikkate alarak,
Birleşmiş Milletler’in, birçok defa, mültecilere karşı derin ilgisini ortaya koyduğunu ve mültecilerin temel hürriyetleri ile insan haklarını mümkün olduğu kadar kapsamlı bir şekilde kullanmalarını sağlamaya çaba gösterdiğini dikkate alarak,
Mültecilerin hukuki durumuna ilişkin daha önce imzalanan milletlerarası antlaşmaların tekrar gözden geçirilmesi ve bir araya getirilmesinin, bu antlaşmaların alanının ve bunların mülteciler için sağladığı himayenin yeni bir antlaşma yoluyla genişletilmesinin arzu edilir olduğunu dikkate alarak,
Sığınma hakkını tanımanın, bazı ülkelere son derece ağır yük yükleyebileceğini ve uluslararası kapsamı ile niteliği Birleşmiş Milletler’ce kabul edilmiş bulunan bir sorunun, uluslararası iş birliği olmaksızın tatmin edici bir şekilde çözümlenemeyeceğini dikkate alarak,
Bütün Devletlerin, mülteci sorununun toplumsal ve insani yönlerini kabul ederek,
Bu sorunun devletler arasında bir gerginlik sebebi halini almasını önlemek için olanakları ölçüsünde ellerinden geleni yapmalarını arzuladığını ifade ederek,
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiseri’nin, mültecilerin korunmasını sağlayan uluslararası sözleşmelerin uygulanmasına nezaret etmekle görevli olduğunu kaydederek ve bu sorunu çözmek için alınan önlemlerin birbiri ile verimli uyumunun, Devletler ile Yüksek Komiser arasındaki iş birliğine bağlı olduğunu kabul ederek,
Aşağıdaki konularda anlaşmışlardır:

Convention Relating to the Status of Refugees

Adopted on 28 July 1951 by the United Nations Conference of Plenipotentiaries on the Status of Refugees and Stateless Persons convened under General Assembly resolution 429 (V) of 14 December 1950
Entry into force: 22 April 1954, in accordance with article 43

Preamble
The High Contracting Parties,
Considering that the Charter of the United Nations and the Universal Declaration of Human Rights approved on 10 December 1948 by the General Assembly have affirmed the principle that human beings shall enjoy fundamental rights and freedoms without discrimination,
Considering that the United Nations has, on various occasions, manifested its profound concern for refugees and endeavoured to assure refugees the widest possible exercise of these fundamental rights and freedoms,
Considering that it is desirable to revise and consolidate previous international agreements relating to the status of refugees and to extend the scope of and the protection accorded by such instruments by means of a new agreement,
Considering that the grant of asylum may place unduly heavy burdens on certain countries, and that a satisfactory solution of a problem of which the United Nations has recognized the international scope and nature cannot therefore be achieved without international co-operation,
Expressing the wish that all States, recognizing the social and humanitarian nature of the problem of refugees, will do everything within their power to prevent this problem from becoming a cause of tension between States,
Noting that the United Nations High Commissioner for Refugees is charged with the task of supervising international conventions providing for the protection of refugees, and recognizing that the effective co-ordination of measures taken to deal with this problem will depend upon the co-operation of States with the High Commissioner,
Have agreed as follows:

İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler

Selçuk-Bizans hudutlarında yaşayan bir uç beyliğinin, diğer emsalinin mazhar olmadığı bir talihle, pek kısa bir zaman içinde tarihin seyrini asırlarca değiştirecek kuvvetli bir imparatorluk haline girivermesi hâdisesi, son zamanlara kadar birçok malûmları noksan bir muadele şeklinde vazedildiği veyahut Türk ırkının tarihî varlığı hakkında mevcut ve an’ane halinde müesses dar ve kısır noktai nazarlara esir kalındığı için, içinden çıkılmaz bir mesele teşkil etmekte idi.
Filhakika, koskoca bir imparatorluğun kuruluşu nev’inden muazzam bir hâdise, bizde uzun zaman, sadece Padişahların dirayet ve şecaati veya Allah’ın bu saltanatın kurucularına karşı gösterdiği lütuf ve inayet ile izah edilmek istenilmiştir. İlk Osmanlı membalarında kaydedilmiş görülen Sultan Osman’ın rüyası, mucize nevinden vukua gelen bu hâdisenin izahını ancak ilâhî takdir ile yapmak mümkün olduğuna inanışın bir ifadesidir.
Bu işin izah edilmesi matlup bir mesele teşkil ettiğinin farkına varan daha yeni ve ecnebi tarihçiler ise; Türkler hakkında tetkik edilmeden kabul edilmiş batıl itikatları kafalarına koymuş olmalarından ve meseleyi muhtelif cephelerden ve/daha geniş kadrolar içinde mütalaa etmeğe hazırlıkları ve ellerinde mevcut malzeme kâfi gelmediğinden içinden çıkılmaz faraziyelerle tarihî hakikati tahrif etmeğe mecbur kalmışlardır. Meselâ, henüz son zamanlarda bu meseleyi tetkik etmiş bulunan Gibbons gibi müelliflere göre; Osmanlılarla Asya insan kaynakları arasındaki muvasalanın rakib civar beylikler tarafından kesilmiş olması lâzım geldiğinden, bu devletin kurulması için lüzumlu unsurlar ancak yerli Rumlar arasından tedarik edilebilirdi. Bu görüş tarzına nazaran yeni İslâm olmuş Türklerle İslâmlaşan Rumlardan hasıl olan Osmanlı milleti faraziyesi, bütün müşkülleri hal ile lâzım gelen izahın anahtarını vermiş oluyordu. Bu suretle Türkler, ancak bu sayede yeni ve büyük bir devleti kurmak için lâzım gelen idarecileri, imparatorluk harblerinde kan dökecek askeri bulmuş ve Osmanlı imparatorluğunu Osmanlılaşmış Rumlar ve Bizans’ta gördükleri teşkilât ile kurmuş oluyorlardı.

Premodern’den Postmodern’e Benliğin ve Kutsalın Dönüşümü: Narsisist Benliğin Kutsal Algısı

Özet: Benlik kavramını, vülgarize ederek söylemek gerekirse, modern öncesi ve sonrası olmak üzere ayırmak gerekir. Modern düşüncenin “bilgi”nin mahiyeti üzerinde meydana getirmiş olduğu dönüşüm öncelikle benlik algısını ve kaçınılmaz olarak kutsal algısını değiştirmiştir. Geleneğin içinde merkezi konuma sahip olan “kutsal bilgi” (scentia sacra) benliğe, ancak “Külli akl” (intellect) ile varlık sahası tanımış ve benliği terbiye edilmesi gereken “nefs” olarak görmüştü. Modern düşünce ise “bilen” ve “bilinen” benlik ayrımını yaparak bilginin merkezini ilahi olandan beşeri olana taşıyarak bilginin “desacralizasyonunu” (kutsallıktan arındırma) temin etmiştir. Geleneğin çok katmanlı hakikat telakkisi yerine geçen modernizmin tek boyutlu ve dayatmacı hakikat algısına tepki olarak postmodern zamanlarda hakikatin ulaşılamaz olduğu fikrine dayanan hakikatin izafiliği düşüncesi doğmuştur. Bu postmodern düşünce narsisist benliğin ortaya çıkışında en etkili unsurdur.

Anahtar kelimeler: Bilgi, Benlik, Narsisist benlik, Kutsal, Scentia sacra.

Transformation of Knowledge and Sacred from Premodern to Postmodern: The Sacred Perception of Narcissist Self

Abstract: To clarify the concept of the self, it is necessary to consider the term in two periods as premodern and postmodern. The transformation realized in the essence of the “information” by modern thought, changed initially the perception of the self and then inevitably the perception of sacred. The sacred knowledge (scentia sacra) which had a central place in traditional thought entitled self to exist only in divine intelligence (intellect) and the tradition regarded the self as the personality which must be disciplined. However, modern thought made a separation between the self that knows and the self that is known, and desacralized the information by shifting the center of the information from divine to the human one. The thought about the relativity of the truth which based on idea of the inaccessibility of the truth was born in postmodern times as a reaction to the perception of the one dimensional and imposing truth of modernism, which once replaced the traditional conception of multi layered truth. That postmodern thought is the most important factor in the emergence of the narcissist self.

Keywords: Knowledge, Self, Narcissist Self, Sacred, Scentia Sacra.

Cebri veya Mecburi Çalıştırmaya ilişkin Sözleşme (No: 29)

ILO Kabul Tarihi: 6 Haziran 1930
Kanun Tarih ve Sayısı: 23 Ocak 1998 / 4333
Resmi Gazete Yayım Tarihi ve Sayısı: 27 Ocak 1998 / 23243
Bakanlar Kurulu Kararı Tarih ve Sayısı: 25 Mayıs 1998 / 98 – 11225
Resmi Gazete Yayım Tarih ve Sayısı: 23 Haziran 1998 / 23381

Önsöz
Uluslararası Çalışma Örgütü Yönetim Kurulu’nun vaki daveti üzerine 10 Haziran 1930 tarihinde Cenevre’de 14 üncü toplantısını yapan Uluslararası Çalışma Örgütü Genel Konferansı,
Toplantı gündeminin 1’inci maddesine dahil bulunan cebri veya mecburi çalıştırma konusundaki bazı tekliflerin kabulüne ve,
Bu tekliflerin Uluslararası bir Sözleşme şeklini almasına karar verdikten sonra,
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün üyeleri tarafından Uluslararası Çalışma Örgütü’nün statüsü hükümleri gereğince onanmak üzere cebri çalıştırmaya müteallik 1930 tarihli Sözleşme adını taşıyacak olan aşağıdaki Sözleşmeyi bugünkü Yirmisekiz Haziran bin dokuz yüz otuz tarihinde kabul eder.

Convention Concerning Forced or Compulsory Labour (No: 29)

Adoption: Geneva, 14th ILC session – 28 Jun 1930.
Entry into force: 01 May 1932.
Status: Up-to-date instrument (Fundamental Convention).

Preamble
The General Conference of the International Labour Organisation,
Having been convened at Geneva by the Governing Body of the International Labour Office, and having met in its Fourteenth Session on 10 June 1930, and
Having decided upon the adoption of certain proposals with regard to forced or compulsory labour, which is included in the first item on the agenda of the Session, and
Having determined that these proposals shall take the form of an international Convention,

adopts this twenty-eighth day of June of the year one thousand nine hundred and thirty the following Convention, which may be cited as the Forced Labour Convention, 1930, for ratification by the Members of the International Labour Organisation in accordance with the provisions of the Constitution of the International Labour Organisation:

Küresel Bir Modele Doğru Çin Medyası

Özet: Çin, 1991 sonrası “tek kutuplu” dünya sahnesine ABD’ye alternatif bir siyasi güç olarak çıkmasıyla ve 2008 krizinin ardından dünyanın en büyük ikinci ekonomisi haline gelmesiyle dikkatleri üzerine çekmektedir. Maoist bir işçi devletinden, yüzlerce milyarderi olan ve “dünyanın imalathanesi” olarak anılan günümüz Çin’ine uzanan yolda birçok ekonomik reform hayata geçirilmiş, ancak siyaset alanında aynı cüretle bir dönüşüm tercih edilmemiştir. Bu ekonomik reformların sonucu olarak, tek partili iktidar yapısı değişmeden kalsa da, “parti medyası” yerini “medya sektörü”ne bırakmıştır. Devrimin başından 1970’lerin sonuna kadar tamamen parti denetiminde olan Çin medyası, 1980’lerle birlikte özel sektöre açılmış, 2000’lerden itibaren ise özel sektörün ağırlığına geçmiştir. Ancak, sahiplik yapısı itibariyle çoğunluğu özel sektörün elinde olan Çin medyasında, Çin Komünist Partisi, söz sahipliğini elden bırakmamış, sansür, oto-sansür ve manipülasyon araçlarını kullandığı, kendine has bir kontrol sistemi geliştirmiştir. Bu çalışmada, Çin medya sisteminin yapısı, işleyişi ve dinamikleri incelenerek, bu yapının temel dayanağının işçi devleti geçmişinden kalan politik miras mı, yoksa neoliberal ekonomik yönelimin otoriter düzenlemeleri mi olduğu ve Çin medya sisteminin “neoliberal otoriterleşme” rotasına giren ülkeler için bir medya kontrol modeli sunup sunamadığı tartışılacaktır.
Anahtar kelimeler: Çin medyası, medya politikaları, basın özgürlüğü, neoliberalizm.

Chinese Media: Towards a Global Model

Abstract: China has been drawing attention both by having emerged after 1991 as an alternative political power in the “uni-polar” world supervised by the U.S and by having become the second largest economy after the crisis of 2008. Despite the economics reforms aimed at transition to the market economy that have transformed China into the “workshop of the world” and created hundreds of multibilionaires, the political sphere has remained intact. While the one-party political structure has been keeping its power, “party-controlled” press has in accordance with the transition to the market economy become “media sector”. Chinese press, which has completely been the statemanaged from the begining of the revolution to 1970s, began to be privatized in 1980s and the private sector has in 2000s had major share in the sector. In spite of widespread private ownership in the sector, Chinese Communist Party has developed specific censor, auto-censor and manipulation instruments in order to retain its authority on the press. Examining the structure, mechanism and dynamics of the Chinese media, the present study tries to understand whether the current situation is the political legacy of the workers state or it results from authoritarian regulations brought about by the transtion to the neoliberal market economy and it will be discussed if China represents a new form of media overseeing regime for the countries that began to embrace “neoliberal authoritarianism”.
Keywords: Chinese media, media policy, freedom of the press, neoliberalism.